30 Eylül 2010 Perşembe

Sonbaharın Sonu...


Belli ki güneş küsmüş bize, küsme vaktidir zaten, arada sırada gelmek için gitme vaktidir. Herkes gibi o da yerini, haddini bilmelidir. Hep de bilir zaten.

Sabah bir baktım, gökyüzündeki parıltısı gitmiş şehrimin.
Ankara kapalı, Ankara yağmurlu...Adında geçen kara kelimesi gibi kara bulutlarla kaplı Ankara.

İlkbahar dediğimiz aylarda sıcaktan kavrulup, sonbahar dediğimiz aylarda ise kışa direkt geçiş yapıyoruz artık. Bahar yok burada, iki mevsim var. Yaz ve kış...ve kıştayız işte. Herşeyden şikayet eden insanoğlu için yağmurdan, soğuktan, rüzgardan şikayet etme vaktidir şimdi.

Kiminin içini daraltan, kiminin ruhunu bunaltan grilikler başladı nihayet.
Nihayet diyorum çünkü, o kimilerine inat ben en çok bu havayı sever, her zaman böyle olsun isterim.

Yaşamdaki ölümle bağdaştırılan kış mevsimi sanki beni daha da bir diriltir, sanki beni daha da kendime getirir...

29 Eylül 2010 Çarşamba

Tekrarın Tekrarı...

Akşam biraz televizyon seyret artık ne çıkarsa şansına

Sonra git yat

Yatmadan önce alarmı kur

Başını yastığa koyduğunda biraz muhasebe yap

Bugün ne yaptım, ne yapmadım düşün

Kafanda kur kur kur…Doluya koy almasın, boşa koy dolmasın

Uzun zamandır görmediklerini düşün, acaba nasıllar, ne yapıyorlar diye yarın aramak üzere kafana not al

Uzun zamandır gördüklerini düşün, aralarında hala görmek istediklerin var mı yok mu kendine sor,

Gerçekleri düşün, sonra biraz hayal kur

Mesela sayısaldan büyük ikramiye çıkmış da sevindirmek istediklerine yapacaklarının hayaliyle yüzünde tebessüm ifadesiyle uykuya dal

Sabah alarmın çalmasıyla yataktan kalk

Ne giyeceğine karar ver, ütüsüzse ütüle, duşunu al, giyin, hafif makyajını yap

Evden çık, servise bin, yol arkadaşlarıyla biraz sohbet et, işyerine gel

Akşama kadar işini yap, mesai bitimi çantanı al ve çık

Eve gitmek üzere servisine bin, eve girmeden önce mahalle bakkalından ekmek al

Yemeğini ye, çayını ya da kahveni iç

Bir iki telefon konuşması yap

Sonra
Sonraa…Tekrarı tekrarla

Akşam biraz televizyon seyret artık ne çıkarsa şansına
Git yat
Yatmadan önce alarmı kur
…..
…..
Belli bir yaşa kadar yaptığın herşey yenidir. İlk kez yapıldığı için değişiktir, değişikmiş gibi gelir, heyecan verir. Zaman geçtikçe bir sonraki gün bir önceki günün tekrarı halini alır ve böylece hayat kendini tekrar eder durur. Kısır döngü denilen şey sanırım budur.

Hiç başka bir şey yapılmaz mı? Yapılır elbet...

Dostlarla buluşmak, güzel sohbetler eşliğinde kahve içmek, yemek yapmak, yedirmek, gezmek, alışveriş, ziyaret gibi

Sevdiklerini görmeye gitmek gibi, sevdiklerinin seni görmeye gelmesi gibi

Beklemediğin kişiden beklemediğin anda gelen telefona heyecanla cevap verip o anda buluşmaya karar vermek gibi

Şakalaşmak, fıkra anlatmak, taklit yapmak gibi

Kitap okumak, öğrenilen yeni bir şeyi anında paylaşmak, bilgiyi dağıtmak gibi

Kavuşacaklarını düşünüp mutlu olmak, bir daha kavuşamayacaklarını düşünüp hüzünlenmek, üzülmek gibi.
.....
.....
ve böylece hayat kendini tekrar eder durur. Kısır döngü denilen şey sanırım budur.

28 Eylül 2010 Salı

Mis gibi...


Ben daha mini minnacıkken elimden tarağın düşmeyişinden süsüme püsüme olan düşkünlüğüm, kolonya şişesini üzerime boca edişimden de güzel kokulara olan düşkünlüğüm belliymiş ta o zamanlardan.
Hiç tahammülüm yoktur kötü kokuya, kötü kokana...Gerçi kimin olur ki :)
Temizliğin imandan geldiğini her daim söylememize rağmen suya sabuna dokunmayı bilmeyen bir millet olduğumuzu düşünürüm hep.
Sanki bayanlar bu konuda daha eksi durumda. Yani gözlemlediğim kadarıyla öyle.
Mesela işyerinde...Lavabodan çıkıyor hemcins, elini bir suya tutsa bari, yok, saçını düzeltip çıkıyor, sanki normal olan davranışı o yapıyormuş gibi, yani o edayla...
Epey oldu baktım aynı kişi aynı davranış içerisinde hep, uyarma gereği hissettim tartışmayı göze alarak.
Kalkıp "sanane" dese verecek cevabım hazır, yapıştıracağım hemen.
Neyse ki böyle demedi ama keşke deseydi dedirtecek bir savunma yaptı.
"Ben hiçbir yere dokunmuyorum ki" dedi.
"Yuh" dedim ya. Ne demek bu şimdi. Tuvalete giriyorsun. Daha ne olsun ki. Tutup da su yerine elini kullanıp her bir yeri karıştıracak değilsin heralde.
Kişinin içinden gelecek bu anladım. Öyle dıştan müdahaleyle falan olacak iş değil.
..........
Neyse, ne diyordum güzel kokular...
Alırım her daim kendime, sevdiklerime. Verdiğim paraya hiç acımam.
Şöyle temiz vücuda sürülen güzel bir parfüm, deodorant ya da kolonya kokusu.
Oh mis gibi ferahlık verir insana, etrafa.
Annem bir gardrobuma, bir de odamdaki masanın üzerinde duran sayısı belirsiz :) şişelere bakıp "kazancının nereye gittiği belli zaten" der. Haksız da sayılmaz hani :)
Olsun, aynı hızla devam bu iki konuya...
Şimdi arkadaşım bir katalog getirdi, bir göz atayım bakayım neler varmış.
Hatta istediğim bir iki koku var, gidip siparişini vereyim hemen :)

21 Eylül 2010 Salı

Urfa, Urfa Olalı...


Keyifle geçirdiğim en güzel resmi görevdi.
Öyle kılık kıyafetlerimize bakıp "bu nasıl resmiyet" demeyin lütfen.
Resmen resmi bir görevdeyiz.

Yer:    Atatürk Barajı  ŞANLIURFA
Tarih:  Eylül 2002
Görev Konusu:  GAP Su Sporları Şöleni

Çalıştığım kurumu severim, çalışanlarını da severim.
Gençliğe ve spora yön verdiği için enerjiktir, hareketlidir aslında.
Özellikle zaman ve bütçe ayırıp gitmeyeceğimiz yerleri gezip görme fırsatı verir bize.
Bu anlamda iç turizme canlılık getirdiğimiz de söylenebilir :)

İşte Şanlıurfa da bu sayede gittiğimiz ve her yerini gezme fırsatı bulduğumuz illerden sadece bir tanesi...Ne çok gezmiş, ne çok yemiş ve ne çok gülüp eğlenmiştik :)
Kafa dengi, eğlenmeyi ve bulunduğu ortamdan keyif almayı bilen arkadaşlarla denk gelirse hele, süper bir gezi yaşamış olursunuz.

Tıpkı bizim bu ekibimizde yer alan arkadaşlarımız gibi...
Başka birimlerde çalışıyor olmamıza rağmen, ara ara toplaştığımızda hala yadederiz o günleri ve hepimiz aynı şeyi söyleriz "ah ah, aynı ekip tekrar ayarlasak da bir seyahata yine birlikte gitsek" diye. Şu aralar bunun mümkün olmadığını bile bile...
Demek ki tadı ne kadar damağımızda kalmış...

17 Eylül 2010 Cuma

Bir Kadın Gittiğinde...

Onlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde "yetim-öksüz" kalan çok olur.
Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler...
Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar.
Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların.
Sık sık boynunu büker "sarıkız".
Teki kalmış o eski bardağın anlamını bilen olmaz.
Değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.
Balkon artık sessizdir, koridor kimsesiz.
Bir kadın gittiğinde...
Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında;
Bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı,
bir bahçıvan, bir muhasebeci...
Bir anne gider...
Bir dost...
Bir arkadaş...
Bir sevgili...
Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde...
Hep böyle olur,
Bir kadın gittiğinde; övgüler, uyarılar, yakınmalar,
dualar yetim kalır.
Kapı eşiğindeki "Dikkat et..." duyulmaz,
Annesi gitmiştir "Geç kalma" nın.
Kadınlar, arkalarında büyük boşluklar bırakarak giderler.
Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında.
Ve bir kadın gittiğinde pek çok "yetim" bırakmıştır arkasında.

Hayatınızdaki kadını yitirmemeniz dileğiyle...
..........
Bekir COŞKUN

15 Eylül 2010 Çarşamba

Küçük Hala Aynur 9 Yaşında :)


Öyle bilgisayardan tıklayarak ya da slayt olarak ayarlayıp saniyelik görüntülerle fotoğrafa bakmak kesmez beni.
İlla albümde olacak fotoğraf dediğin.
Böyle çevirirken yapraklarını teker teker her bir fotoğrafa uzun uzun bakmalıyım, yaşamalıyım o zamanları...Parmaklarım gezinirken üzerinde canlısını görmüş gibi olmayım karede yer alan her bir kişinin...
İşte böyle severim ben geçmişte kalan anlarla ve yaşayanlarla tekrar buluşmayı.
..........
Efendim, şalvarları, fesleri ve ellerinde mumlarıyla
23 Nisan kutlamaları için Çayda Çıra oynamak üzere hazırlanmış bu rengarenk ekibin en minik üyesi olarak en ortadayım :) Sene 1978...of of of !
..........
Bazen gözlerimi yaşartan, bazen tebessüm ettiren ve bazen de yüreğimin derininde bir yerlerde ince bir sızı gibi duran ah anılar, ah anlar ve anda kalanlar...

14 Eylül 2010 Salı

Yüksel(me) / Atan(ma) Sınavı...


2004 yılında kurumumun Ankara'da açtığı "görevde yükselme sınavı"na girdim ve tabi ki kazandım. Hem de ciddi yüksek bir puan alarak, hatta derece yaparak ve böylece minik unvanlı memurlar arasındaki yerimi aldım "şef" olarak.
Sonra beklemeye aldık kendimizi ki en az iki yıl bu unvanda çalışmalısın heveslenip gözünü bir üst unvan olan şube müdürü veya ilçe müdürlüğüne dikebilmen için. Tabi başka şartları da var. Sorun yok benim açımdan, en kusursuzundan olan sicilim, hizmet yılım, okulum v.s.

4 yıllık bir bekleme süresini tamamladıktan sonra nihayet 2008 yılında ilan edildi kurumda tekrar "görevde yükselme sınavı" açılacağı. Açılması ve aşılması gereken bir sınav engelinin olduğunu biliyoruz zaten.

Eğitim seminerlerini personelin moral ve motivasyonunu arttırdığı, başarı oranını yükselttiği düşüncesiyle hemen hemen her kurumun güney sahillerinin yıldızı bol otellerinde yaptığı malum. Biz de kalktık gittik Türkiye genelinde değişik kadrolar için sınav maratonuna katılacak yaklaşık 1000 kişilik bir ordu halinde Antalya/Kemer'e...

Öyle yoğun bir ders programıydı ki sabah 09:00-akşam 18:00 kafamızı dışarı çıkaramadan bitirdik 12 günlük eğitim seminerini ve son gün sınava girdik sağ salim.



Dedim ya "şef" kadrosundayım ve "şube müdürü" olmak istiyorum. Kimseye ihtiyaç duymadan olurum da evelallah ve oldum da. Peki yapıyor muyum? Hayır...Sebep? Çünkü şartı var...Neymiş? Gideceksin 5 veya 6. bölge kapsamında olan bir ile ki kısaca "doğu" diyoruz, orada çalışacaksın minimum 2 yıl. Neden? Başbakanlığın çıkardığı bir genelge var. Güzel. Olsun bakalım. Orda çalışan, ikamet eden arkadaş girecek bu sınava, kazanacak, hiç yerinden oynamadan hoop bulunduğu ile atanacak. Ama diğer iller öyle olmayacak, illa gidecek yurdumun şark tarafına. Yanlış anlaşılmak da istemem, benim için sorun olan asıl konu tüm düzenimi bozup bulunduğum ilden kalkıp başka bir yere gitmek.

Durum böyle olunca "kazandığım açıklansın, ertesi gün atamamın yapılmasını isteyeceğim, hemen giderim yaparım doğulu kardeşlerime hizmetimi, 2 yıl dediğin nedir ki, hemen geçer, sonra isterim tayinimi istediğim şehre (Ankara şansı yok bu arada)" diyen ben sınavı kazandığımın açıklanması üzerine ertesi gün dilekçemi verdim. Ne diye mi? Atamam şimdilik yapılmasın diye :)) Bunca yıldır alıştığın yerden öyle tek başına kalkıp gideceksin, yeni düzen, yeni yer, yeni iş, yeni insanlar derken yemedi tabi :)

O gün bugündür duruyor öyle. Dursun bakalım. Biz hizmetimize Merkez'den devam edelim bir alt kadrodan. Zaten bu genelge değişmediği sürece tüm kadrolar boş İçanadolu'da, Batı'da, Marmara'da. İşte onun için bu sınav bana göre atanMA/yükselME sınavı. Böyle de devam eder gibi. Yapacak birşey yok...

Aslında ben sonuna kadar destekliyorum bu sınav olayını. Hiç olmazsa ona yalvar, buna yakar yapmak zorunda değilsin istediğin sonuca ulaşmak için. Çalış ve kazan. Olay bu.

Fakat işin üzücü yanı sınav sisteminin kurum içinde olanlara uygulanması. Başka bir kurumdan gelen ve +'sı olan (anlaşılmıştır sanırım) devletimin diğer memurlarına uygulanmıyor. "Ankara şansı yok" dedim ya hani, neden yok? Çünkü bu bol +'lı kişiler açıktan atamayla gelmiş, Merkez'deki tüm kadroları doldurmuş, hatta bir bakmışsın benim yıllardır hizmet ettiğim yere, hem de benim başıma şube müdürü olmuş. zzzzz...

Derdimi daha nasıl anlatayım...Varsa bizim kuruma gelmek isteyen buyursun, tabi +'larıyla beraber, başımızın üstünde yeri var...

13 Eylül 2010 Pazartesi

Cüppeliden İnciler...

Ramazan ayı boyunca bir tv kanalında vatandaşa hizmet olsun! diye bütün bilgi birikimini bizlerle paylaşan Cüppeli Hoca'ya vadandaş soruyor: Bir factoring şirketinde şoför olarak çalışıyorum hocam, aldığım maaş haram mıdır?
Cüppeli cevap veriyor: Eğer o şirket faizle iş yapıyorsa, faizden gelir elde ediyorsa senin kazancın da haramdır kardeşim.
Kendi soruyor: Peki ne yapmalı bu durumda?
Kendi cevaplıyor: Tabi ki o işten ayrılmalı ve helal kazanç sağlayan başka bir iş bulmalı...
Ha bak kardeşim, şimdi iş falan bulamazsın, sonra kapıma dayanırsın "hoca, sen böyle dedin diye ben işten ayrıldım, şimdi iş bulamıyorum, ekmek yok, aş yok" dersin. Bak ben ona karışmam, ama sen yine de yeni iş bul...
..........
Peki faizle iş yapan, faizden gelir elde eden bütün finans kurumlarının, bankaların, şirketlerin çalışanları verilen bu fetva ile helalinden para kazanan ve dağıtan başka bir iş bulma ümidiyle işten çıkarsa, sayısı her geçen gün artan ülkemin işsizler ordusuna yeni neferler eklenirse...Kimin kapısına gidecek bu insanlar iş, aş diye?
Evet Recep Bey, bu noktada söz sizde galiba.
..........
Bu dünyanın nimetlerinden sonuna kadar faydalanan, yurtdışlarında tatiller yapan, jet-skilerle fing atan, (bknz.) tomarla harcanacak parayla elde edilebilecek her türlü lükse sahip Cüppeli, peki siz kazandığınız hangi helal parayla yapıyorsunuz bütün bunları?
..........
"Çok laf yalansız, çok para haramsız olmaz"
değil mi Cüppeli?
Çok konuşuyorsun çook, tıpkı çok harcadığın gibi...

8 Eylül 2010 Çarşamba

Ne Çok İsterdim...


Ne çok isterdim, şöyle kol kola girip, ağır adımlarla akşam serinliğinde yürüyüşe çıktığınızı görmeyi...

Ne çok isterdim, şöyle karşılıklı akşam kahvelerinizi içerken sohbetinizi mutfaktan dinlemeyi...

Ne çok isterdim, şöyle torunlarınızın yaramazlıklarını birbirinize anlatırken kahkahalarınızı duymayı...

Ne çok isterdim, şöyle eskiden olduğu gibi her bayram gelin, damat, torun, evlat sıraya geçip elinizi öpmeyi...

Ne çok isterdim...
Ne çok isterdim...
..........
Bayramınızı kutluyor, sağlıkla, mutlulukla ve kayıplarınız olmadan tekrarını diliyorum...

7 Eylül 2010 Salı

Gidenin Ardından...


Çok uğraştılar, çok koşturdular, çok çabaladılar...
Sevgili arkadaşım, kardeşim Fundacığımın (Renginle Renkli Hayat) yakışıklısının bütün acıları 01 Eylül saat 20:15'de son buldu.

Gidenin ardından biz kalanların yapacağı tek şey artık ruhuna dua ettiğimiz isimler sıralamasında Behçet Amca'ya da yer ayırmak olacak.


Allah gani gani rahmet eylesin, ailesine ve yakınlarına sabırlar versin inşaallah...

6 Eylül 2010 Pazartesi

Yavru Kartal'ın Gece Uçuşu...


:) Yanımızda erkek var nasıl olsa, hadi gece gezmesine gidelim dedik ve Yiğit Kartal'la beraber kendimizi sokaklara vurduk :)



Bir karış boyuyla oradan oraya koşturup duran, hiçbir şeyin umurunda olmadığı bu Küçük Adam hiçbir detayı atlamayıp herşeye ilgiliyken, neredeyse gezmeye çıkan herkes de ona ilgiliydi.




Bütün sokakları defalarca arşınladık sayesinde ve o kadar yorulduk ki Adalar'da bir kafeye oturup dinlendik. Hatta bu arada bir de kız arkadaş yaptık :)


Tadını o kadar çok çıkardık ki, hiç birimiz farkında değildik belki ama inanılmaz yorulduk. Zaten eve gelir gelmez Yiğit Kartal başta olmak üzere hepimiz nasıl yattıysak sabah da öyle kalktık :)


Yüksek hızla geçen 2 günümüz yine aynı isimli trenimize binip Ankara'ya hızlı bir dönüş yaparak sonlandı.


Sonra yine kaçıracağım sözünü alarak Yavru Kartal annesine sağ salim ve yorgun olarak teslim edildi...

3 Eylül 2010 Cuma

Yiğit Kartal'ın Park Keyfi...

Kuzunun park keyfi demek, aslında bizim onun herbir anını görme, her hareketini izleme keyfimiz demek...
O kendi halinde oradan oraya koşup kendince birşeyler yaparak özgürce hareket edebilmenin tadını çıkarırken, Pelin ve ben de onu seyretmenin tadını doyasıya çıkardık.
Bizi acayip yorarken bir o kadar da dinlendiren Küçük Bey, o kadar doğal, o kadar tatlı ve o kadar mutluydu ki...
Bünyeye zarar bu harika varlıklar :)




2 Eylül 2010 Perşembe

Her Çocuk gibi...

Bizim yavrumuz da sokağa çıkmak için can atıyor.
Kim dış kapıya doğru yönelse anında farkediyor ve
pıt pıt pıt koşarak o kişinin yanına geliyor,
kollarını yukarı doğru açarak gelmek istediğini gözümüzün içine bakarak anlatıyor.
"beni de al, beni de götür, noolur" der gibi :)
Onunla gezmek ayrı bir keyif de zaten el mahkum, götürmezsen kıyametleri koparıyor...
Pelin Ablasıyla beraber Eskişehir sokaklarını da bol bol arşınladık sayesinde :)

 

1 Eylül 2010 Çarşamba

Küçük Hala'nın Büyük Sürprizi...



Cuma akşamı birden aklıma düştü. 3 gün tatildi malum. Ben de evde yalnızım kaç zamandır. Hadi dedim Aynur durma Ankara'da, atla git Eskişehir'e ablanın yanına...Yüksek Hızlı Trenimiz var ne de olsa, şunun şurasında 1,5 saatlik yol.
Sonra Yiğit Kartal Bey'i de götürsem ne hoş olur diye düşünürken annesinin numarasını çevirmiştim bile, kardeşim de evde. Sağolsunlar kırmadılar beni. Cumartesi öğlen kaptığım gibi Küçük Beyimi atladık gittik. Yol boyunca benim sevgiyle sarılan güvenli kollarımda mışıl mışıl uyuyan güzelliği seyrederken zaman nasıl geçmiş hiç farkına bile varmadım yeminler olsun.
Yolu yarılayınca güzel yeğenim Pelin'i arayıp "ben geliyorum karşıla beni, ağır da bir paket var, taşıyamam" diye söyledim, annene ve anneme sakın haber verme diye de tembihledim.
İlk şoku Pelin yaşadı tabi, bu harika ağır paketi görünce :)
Eve gittiğimizde ise abartı değil hani bomba etkisi yaşandı annem ve ablam tarafından benden dolayı değil elbet...Büyük misafir Küçük Bey'den dolayı :)
Beni kimin gözü görür ki :)
Ne cesaret? denilebilir ama zaten tecrübeliyiz bu konuda. İlk şehirlerarası seyahatini henüz 4 aylıkken yapan (bknz.) Yiğit Kartal, o zamandan sinyallerini vermişti bize, rahat ve huzurlu yolculuklar yapacağının. Nitekim öyle de oldu...Şimdiye kadar katettiği kilometrelerde ıspatladı bunu.
Bu minik adam böyle olduğu sürece, sürpriz dediğin böyle olur dedirtecek daha çook seyahatler yaparım ben onunla inşaallah.
Zevkle, keyifle...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...